EDEBİYAT VE SANATTA YERLİLİK VE MİLLİLİK
Küreselleşen dünyada, kendisini çağın haz ve hız girdabına kaptıran insanlık, maalesef bir kimliksizleşme sorununu yaşamaktadır. Sınır tanımayan sanal âlemin medyunu olduğu teknolojik gelişim, dünyanın bir ucunu diğer ucuna anında getirmesi özentileri de beraberinde getirmiştir. İnsanlık; kendi öz kimliğine ve kültürüne mugayir bir biçimde değişim yaşamaktadır. Bu değişim çok dar bir iki alan dışında maalesef hiçte istenilen bir değişim değildir. İnsanlar kendi coğrafyalarında oturup bir diğer coğrafyanın şekline, şemailine bürünerek maalesef asimile olmaktadır.
Toplumlar ileri olmanın ölçüsünü, bir diğer ifade ile muasır medeniyetler
seviyesini sadece teknolojik gelişmeler ile ölçmektedir. Oysa bu teknolojiler
insanlığa ne kattı, ondan neler götürdü hiç düşünen yok. Örneğin aydınlanma işi
dün çıra ile, gaz lambası ile yapılırken bu gün son teknoloji ürünlerle
sağlanmış olması gözümüzde büyütülüyorken geçmişteki insanların da karanlıkta
oturmadığını göz ardı edebiliyoruz.
Bugünkü teknoloji insanlığın sorunlarına çözüm aramak yerine onları
uyuşturmak, köleleştirmek, yok etmek derdinde… Tabiplere neşter yerine
katillere silahlar, hastalıklara şifa olacak ilaçlar yerine insanları bir anda
yok edecek kimyasal zehirler üretiliyor. Birileri bu imha araçlarını
diğerlerine satarak para kazanırken kendisi medeni, bu silahları alıp bunlarla
birbirini öldürenler ise vahşi oluyor. Oysa iki kesimin de aslında vahşette
denk olduğu gerçeği göz ardı ediliyor.
Oyunu kuranların kurallarının genel geçer olduğu dünyada insanlık adına
konulan kurallar maalesef istenildiği anda rafa kaldırılabiliyor. Sözüm ona
medeniyetin beşiği olan Batı, bağrında yaşanan Saraybosna soykırımı karşısında
üç maymunu oynuyor, İsrail’in Filistin zulmünü nerdeyse meşru görüyor. Arakan’ı
duymuyor, Suriye’deki drama sadece seyrediyor. Afrika’nın tüm zenginlikleri
sömürülürken insanları açlıktan, susuzluktan ölüyor. Oysa medeniyet sanılan
gelişmeler, insanı yaşatıyorsa, onu mutlu ediyorsa medeniyettir. Aksi bedeviyet
ve vahşettir.
Peki bu gidişattan biz de payımızı aldık mı sizce? Tabiî ki aldık. Bir
inkâr kasırgası halinde Tanzimat ve Meşrutiyet ile ruhumuzun en küçük
hücrelerine kadar hissettiğimiz kendi özümüze yabancılaşma, batı hayranlığı ve
onlar karşısında duyulan aşağılık kompleksi hayatımızın her alanını felç etti.
Hep geri kalmışlık mazereti arkasına sığınılarak Batı’dan ne gelirse kabul”
mantığı ile kendi kendimizi görmezden gelmek, içimizden her şeye rağmen çıkan
isimleri Batı ile mukayese etmek zaafı kendi kendimizi ifade etmekten, biz de
varız demekten alıkoydu bizi.
Oysa sanatta ve daha özel olarak edebiyatta yerli ve milli olmak bizi
evrensele ulaştıracak en kestirme yoldur. Hayatın
her alanında olduğu gibi edebiyatımız yerli ve milli olmalıdır.
Hisarcıların da dediği gibi kendi milletinden kopmuş bir sanatın milletler
arası bir değer kazanması beklenemez.
İbrahim Tenekeci konu ile ilgili bir yazısında “Yerli ve millî olmak, bu
milletin mayasının İslâm olduğunu bilmektir. Bizi millet yapan, İslâm dininin
ve dilinin tâ kendisidir.” demekte. Bu topraklarda bin yıldır terennüm eden şiirlere,
şarkılara, türkülere, kasidelere, naatlara, gazellere, romanlara bu ruhun
sirayet ettiğini kim inkâr edebilir?
Millilik kavramı içersine toplumun milli, manevi, örfi değerlerini katarak
bir estetik alan oluşturmak gerekir. Bu değerler ve toplumun yaşadığı tarihi
birikim, sosyolojik değişim, gelenek gibi sizi geçmişe bağlayan kökünüzün her
bir kılcal damarları sizin geleceğe doğru uzanacak dallarınızı besleyecektir.
Kök ne kadar sağlam olursa üstteki gövde,
dal ve diğer aksamlar daha gümrah ve daha uzun ömürlü olacaktır.
Edebiyatta ve sanatta milli ve yerli olmanın ilk şartı, kendi milli
kimliğimize sahip çıkmakla mümkündür. Ondan utanmak, onu gizlemek aslı inkar
olur. Oysa bu kimlik yüz yıllarca bu dünyada barışın, esenliğin tek adresi
olmuştu. Batının vahşetinden kendi insanlarının bile sığınacağı tek limandı.
Sanırım birçok örneğin arasında bu konuda en güzel iki misal Yunus Emre ve
Mevlana olacaktır. Bundan 700 yıl önce içimizden çıkan Mevlana ve Yunus’un
sözleri hala sokak lambaları gibi yolumuzu aydınlatmadadır. Kimse çıkıp ta
bunlar artık geçmişte kaldı diyemiyor. Herkes biliyor ki bu isimlerin
beslendiği ana damar yerlilik ve millilik idi. İslam’ı benimsemiş olmaları,
onun yüce kitabı ve peygamberinin izinde yollarına devam etmeleri söylemlerinde
mensubu olduğu bu milletin diliyle dilleşmeleri, haliyle halleşmeleri onları
ölümsüz kıldı.
Bu isimler kendi insanlarına, inançlarına, değerlerine saygı göstermişler,
bu toplumun dertleriyle dertlenmişlerdi. Yaşadıkları dönemlerde işgal, kargaşa,
huzursuzluk had safhada iken bu insanlar toplumun dertlerini dert edinmişler ve
yaşadıkları topraklara vefalarını göstermişlerdi. Bu yüzden toplum da bu
isimleri bağrına bastı. Bu gün dünya bile bu isimleri inkâr edemiyor. UNESCO
tarafından onlar için büyük organizasyonlar tertip ediliyor. 1991 Yunus Emre Sevgi Yılı, 2007 Mevlana ve
Hoşgörü yılı ilan edilmişti.
Kendimizi yok sayarak, hakir görerek atacağımız her adım tereddütlerle
dolu olacaktır. Tereddütlerle atılan her adım ayağımızı yere sağlam bastırmayacak,
sürekli tökezlememize, yere düşmemize sebep olacaktır. Yıkıla düşe yol yürümek,
koşmak, mesafe kat etmek ne kadar gayri kabil ise kendimizden utanarak,
kendimizi küçük sayarak var olmak ta mümkün değildir.
Bu gün yerlilik ve millilik adına tüm değerlerimizi hor ve hakir gören bir
çevre edebiyatımızı ve sanatımızı çıkmazlara sokmakta. Popülist yaklaşımlar
bizi bir yere götüremese de bunun yanında topluma bigâne olan, hiçbir değeri
kabul etmeyen yaklaşımlar da topluma bir şey veremez. Bunların vereceği; sadece
toplumun genetik kotlarını değiştirmek, yabancılaştırmak, kuşaklar arası
çatışmalar çıkarmak ve kaos olacaktır.
Yerliliğe ve milliliğe karşı çıkan çevreler sözde antiemperyalist
olduklarını savunurlar ama emperyalizmin dünyaya dikte ettiği formları,
tarzları benimsemekte ve bunları kendi insanlarına da benimsetmeye kendilerini
memur addediyorlar. Müstevli zihniyetin sözcüleri her türlü milli ve manevi
değerlere karşı savaş açarken kendi özlem duydukları kuralsız, köksüz, sorumsuz
hayat modelinin ortaya çıkardığı tipleri, sorunları, hastalıkları da oturup
eleştirmekten de geri durmamaktalar. Onlara göre yerli ve milli denildiğinde
milliyetçilik onun arkasından ırkçılık onun arkasında faşizm peş peşe açılan
itiraz kapılarıdır. Diğer açıdan bakıldığında manevi değerler işin içine
girince muhafazakârlık, statükoculuk, yobazlık, gericilik=irtica itiraz
kapıları açılmaktadır. Bu çevreler bu itirazların arkasında kendilerinden başka
hiçbir sesi, hiçbir rengi kabul etmediklerini, bu açıdan balkıdığında kendi
faşizan çevrelerini oluşturduklarını idrak edemezler. Yine muhafazakârlığı
statükoculuk ile eşdeğer tutarken inançsızlığın statükosu içinde her türlü
gelişmeye karşı çıktıklarını da göremezler.
Evrensel insan hakları beyannameleri yayınlayarak kendilerini medeni
göstermek isteyenler bu beyannamelerin ardında yaşanan dünya savaşlarını,
yıkılan şehirleri, öldürülen insanları görmemezlikten gelmekteler. Hz.
Peygamberin bundan bin dört yüz küsur yıl önce veda haccında tüm dünyaya ilan
ettiği hükümlerin hangisi bu evrensel beyannamelerden geridir?
Evrensel normlarda bir sanat ve edebiyata sahip olmanın yolu kesinlikle
millilikten geçer. Rus edebiyatının duayen isimleri kendi halkının yaşantısını,
acısını, sevinçlerini yazdılar ve bu gün bu arenada isimlerini altın harflerle
yazdırdılar. Kimseyi taklit etmediler. Kendi oldular. Yerli ve milli oldular.
Geçtiğimiz asırda bu inkâr kasırgasına karşı çıkıp durun kalabalıklar bu
yol çıkmaz sokak diye haykıran Necip Fazıl, “değmesin mabedimin göğsüne namahrem
eli” diye haykıran Mehmed Akif yerli ve milli olmanın kavgasını veriyorlardı.
Kendi edebiyatımızda yerli ve milli damarın eserlerini dünyaya tanıtıp biz
de varız demekten bizi alıkoyan nedir? Necip Fazıl’ın Bir adam Yaratmak’ı, Reis
Bey’i, Çile’si, Çöle İnen Nur’u dünya edebiyatında kimden daha aşağıdır? Bu
eserleri İngilizceye, Fransızcaya, Arapçaya, Rusçaya, Çinceye, Japoncaya,
Urducaya çevirip tanıtımını yapmak bize bir kültür borcu değil mi? Sadece Necip
Fazıl’ı mı? Hayır… Mehmed Akif, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Ahmed Hamdi Tanpınar
ve dahası neden bu halkaya dahil edilmesin?
Bir edebiyat profesörümüz İngiltere’de Abdulhak Hamid ve eserleri hakkında
bir konferans veriyor. Oradaki akademisyenler büyük bir heyecanla biz böyle bir
adamı nasıl tanımamışız, mutlaka tüm eserlerini okuyacağız diyorlar. Demek ki
hata bizim kendimize güvensizliğimizde…
Diğer alanlarda eser veren alimlerimiz neden dünya ile buluşmasın? Biz
Seyid Kutub’u okurken bir Arap da Elmalılı Hamdi Yazır’ı, Ömer Nasuhi Bilmen’i
neden okumasın? Biz fıkıhta Vehbe Zuhayli’yi okurken neden onlar da Istılah-ı
Fikhıyye Kamusu’nu okumasın? Neden aslı Arapça yazılan Ebussuud tefsirini,
Bursalı İsmail Hakkı Hazretlerinin Ruhul Beyanını tanıtmayız?
Tekrar edebiyat ve sanat çerçevesine dönersek, bu alanda nasıl yerli ve
milli olacağız sorusuna cevap arayalım. Mustafa Zeki Çıraklı konu ile ilgili
bir makalesinde; Bir edebiyat eserinde yerliliğin dil açısından, medeniyet
tasavvuru açısından, tematik/izleksel açıdan ve ahlaksal açıdan ele alınabileceğini
vurguluyor.
Dildeki yerlilikten kastımız salt bir Öztürkçecilik değildir. Kendi dilimizi esas
unsurlarıyla muhafaza ederken politik bir refleksle geçmişi yok sayacak, İslami
hiçbir şeyi çağrıştırmayacak bir dil oluşturmak değildir. Arapça ve Farsça tamlamalarla
dolu ağdalı bir Osmanlıca bize yabancı olacağı gibi, hiçbir süzgece tabi
tutmadan dilimize sokulan İngilizce, Fransızca kelimeler de bu anlayışın
dışındadır. Artı, bir zamanların inkılâp sarhoşluğu ile türetilen gaç’lı,
geç’li uydurukçası da bizim kastımızın dışındadır. Dil, yaşayan bir varlık
olduğu için makul seviyede ve kurallar ölçeğinde yaşadığı dünyadan
etkilenecektir. Halkın benimsediği artık halka mal olmuş demektir. Halka zorla
bir kelimeyi dayatmak doğru değildir.
Medeniyet tasavvuru açısından bakıldığında ise mesele sadece Doğu – Batı çatışması değildir.
Elbette mensubu olduğumuz İslam Medeniyetinin ana çizgileri ile hareket
edeceğiz. Çıkış noktamız İslam Medeniyeti olacaktır. Ancak bu bize Batıyı inkar
etmemizi gerektirmez. Dün Batı, Haçlı Seferleri ile yakından tanıdığı bu
medeniyeti nasıl Batıya taşıyıp kendilerine adapte etmişlerse biz de kavgaları
bir yana bırakıp kendi çizgimize, estetik anlayışımıza, dahası İslami
terminoloji ile “Emri bil maruf ve nehyi
anil münker” tasavvurumuza uygun bir şekilde bu medeniyetin imkanlarından
yararlanacağız, kendimize adapte edeceğiz. Ama kendimizi ona adapte
etmeyeceğiz. Bu medeniyet, yazımızın başında bir nebze belirttiğimiz gibi çokta
masum bir medeniyet değildir. Sömürü odaklı bir medeniyet olduğu için fayda
anlamında her şeyi, her yolu mubah gören, yeri geldiğinde kandan, gözyaşından
beslendiğini, bir yıkım medeniyeti olduğunu da göz ardı etmemeliyiz. Oysa İslam Medeniyeti bir ihya, bir inşa ve bir
ibda medeniyetidir.
Tematik yerlilik elbette konu bağlamında bizi anlatacak konular olacaktır. Bunun
yadsınması beklenemez. Ancak küreselleşmiş dünyada irtibat halinde olduğumuz
yabancı toplumlar, anlayışlar, inançlar, bunlar arasında var olma çabaları da
konularımız arasına girecektir.
Ahlaki veya estetik açıdan
yerlilik denilince toplumsal ahlaki duyarlılık ve muhafazakâr
ahlaki duyarlılık başlıkları altında konu irdelenmekte, evrensel değerlerden
bahsedilmektedir. Oysa bizim inanç dünyamızdaki hiçbir kural evrensel denilen
kuralların altında değil bilakis üzerindedir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi
iyiliği yaymak, kötülüğü engellemek en büyük ahlaki değerdir. Buna bir de RIZA maddesini ekleyebiliriz. Zira
yaratıcının razı olacağı bir hayat tarzı, sanat anlayışı bizim için yerlilik ve
millilik çerçevesinde değerlendirilecek en önemli bir maddedir. Sanat’ın amacı; Allah’ı aramaktan daha öte
onun rızasını kazanmaktır.
Modern veya çağdaş gibi söylemler hattı zatında genel geçerliliği olmayan
sürekli değişen, bir öncekini demode, zamanı geçmiş kabul eden bir anlayışa
aittir. Tüketim çağının dikte ettirdiği suni bir durumdur. Bizim anlayışımızda
ise gece güneşin, gündüzün ay ve yıldızların kaybolduğu gerçeğine uygun olarak eskimeyen yeninin peşinde olmak
vardır.
Yazımızın sonunda tekrar etmek gerekirse, biz kendi kimliğimiz ile dünya
arenasında var olmak zorundayız. Taklit ve imitasyon objeler her zaman eğreti
durmaya mahkumdur ve aslının yerine geçemez. Kendimize güvenip, kendi
değerlerimize sahip çıkıp yolumuza devam etmeliyiz.
Yorumlar
Yorum Gönder