ÖLÜ ELBİSESİ
Hayat aynı durağan haliyle dün
bıraktığımız öğrenci pansiyonu odası sohbetlerinden artan kalanlar ile başladı.
Dışarıda esnaflar, lüks dükkan sahipleri, işçiler ve memurlar beraber
döndükleri çarkın dişlisinde yoruluyorlardı. Çocukların oynadığı parklara, iki
laf edilen kafelerin üzerine çöken sessizlik misafirdi. Kimse farkında değildi.
İkindi vaktini belli eden gölgeleri bile yoktu artık. Yaprakların vedası,
kuşların göç telaşı biteli aylar olmuştu. Havuç burunlu soğuk adamlar kömürden
gözleriyle selamlıyordu insanları.
Yine işe gitmem gereken güzel bir
pazartesi. Evet, yanlış anlamadınız haftanın ilk gününü çok seviyorum. Okula
gitmemek için nazlanan çocuklar gibi davrananlar, hiç parasız kalmamıştır,
büyük bir ihtimal. Bu bendeki sevgi, şükür etmek aslında... Böyle kapalı ve
yağışlı havalar her zaman beni bir hoş eder.
Bulunmaz nimet desem melekler yalan yazmaz. İnsanın içini gıdıklayan hava,
bir şeyler karalamak için ilham verir adeta. Birde böyle havaların kuşlara
benzeyen insanları vardır. Siz onları otobüs beklerken durakta, ya da ucuz
marketlerin sıcak ekmek kokan fırınların önünde görürsünüz. Sonra benim üç sene
önce çorap satan yaşlı kadına yüzümü ekşiterek baktığım gibi bakar gidersiniz.
İşine her sabah mesai saatinin başlamasından
önce giden, akşam ise tam vaktinde iş yerinden ayrılan, hatta bu alışkanlığım
yüzünden alay konusu olan ben. İnsan bazen rapor, yada işi çıkar izin alır. Ara
sıra sabahları işe geç kalır diyen bile var. Olsun tabi de. İnsan elindeki
nimetin değerini bilmeli. Kara fabrika günlerim ne zaman aklıma gelse, içimde
bir yara kanar. Sonra memur olmak için verdiğim mücadele neyse. Artık hepsi
geride kaldı.
Sabah olduğunda gidecek bir işiniz,
akşam ekmek alıp gideceğiniz eviniz varsa mutlu olmak için başka sebepler
aramayın. Gece her zaman olduğu gibi aynı vakitte yattım. Telefonun çalar saati
açık olduğundan rahattım. Bu yüzden belki telefonun çalar saat zili lingir
lingir çaldığı halde kalkmadım. Yeniden şekerleme yapınca işe hızlı adımlarla
gitmek zorunda kaldım, kaç dakika geç kaldım bilmiyorum. O telaşla saati
gözlerim görmedi. Şefim neden geç kaldın diye sormadı. Hatta kimse bir şey
demedi. Günaydın arkadaşlar deyince sabahın mahmur bakışlarıyla selamımı
aldılar. Galiba bu olayı garipseyen tek kişi bendim. Yoksa kimse bana bu
büyünün bozulmaması için bir şey belli etmiyor muydu? Yoksa ben mi bu durumu abartıyordum. Belki de
öyle. Kısa saçım, beyaz sakallarıma rağmen hala öğrenci pansiyonlarında kalmam
buna sebep olabilir.
Gerçekten işe geç kalmak normal bir
insanlık hali. Hem de hayatta erteleye erteleye onca geç kaldığı şeylere
rağmen. Oysa hayat aceleyle geçip gidiyor. Ama hayat her şeye rağmen güzel…
Soğuk evet ama yürürken garç garç diye sesler başka zaman çıkmıyor. Hasta
olunca ıhlamur çayı ve limonun kıymeti böyle zamanlarda belli oluyor.
Çalışma atölyemize giden koridorun
solunda ölü durağı varmış, hiç dikkatimi çekmemişti ya, bu sabah farkına
vardım. O sol taraftan gelen soğuk hava, değişik bir koku ve derin sessizliğin
çöktüğü ölü durağı. Bunun için kendime kızmalı mıyım? Belki.
Her sabah olduğu gibi acil servisten
hastaneye giriş yaptım. Sağ taraftaki güvenlik görevlisi oturduğu koltukta
uyukluyordu. İstediği kadar yüzünü şapkayla gizlesin kimi kandırıyor. Nasıl da
yorulmuş hastaneye giriş kapısından birileri girip çıktıkça içeri hücum eden
soğuk hava bile onu etkilemiyor. Akşam saatlerinde sıkış tıkış olan acil servis
en güzel zamanını yaşıyor. Sessiz ve sakin. Üstelik kimse başka birinin muayene
sırasına tecavüz de etmiyor. Atölyeye giderken otomatik kapılar saygıyla yol
veriyor. Sonra bir rüzgar koşuşturması yüzümü yalayıp içeri giriyor. Ağır ağır iniyorum merdivenleri. Monitöre
giriş kartımı okutuyorum. Son otomatik kapı ile selamlaşıp atölyede olacağım.
Üşüyen içimi çayla kendine getireceğim. Etrafıma bakmadan yürürken, arkamdan
bir ses.
Aziz! galiba ölü durağının bekçisi
hastane gassalı… esmer hafif kilolu, saçlarına ak düşmüş olsa da spor soluna
giden, pedal çeviren biri o. Öyle pek samimiyetim yok bu adamla. Birkaç kez çay
içmişliğimiz var. Sıcak kanlı hoş sohbet kendisi. Babam ne iş yapmak istiyorsun
diye sorsaydı, ne ustası olduğu önemli değil. Birine çırak olup meslek sahibi
olmayı isterdim. Diye sitem ettiğinde içim cız etmişti.
Buyur hocam dedim. gel şu tabutun
bir ucundan tut. Ne söylediğini anlamamış gibi yapıp yürümek istedim. Niyetimi
anlamış olacak yeniden seslendi. Aziz hadi gel. Şu tabutu araca koyalım. Bir an
durdum. Yaz mevsiminde sırtına buz değen biri gibi irkildim. Üç sene önce büyüdüğümün farkına vardığım
gün babamı köyün imamı ile yıkayıp kefenlemiştik. O koku, o korku aynısı.
Maalesef bu sefer kaçış yok. mecburen gidiyorum. Tabut taşımak ne zor işmiş
ikinci kez hissediyorum. Dünyanın en ağır yükünün altına giriyor insan. Neyse
ki mesafe kısa. Ama yine de dünyanın en uzun yolu gibi geliyor.Tabutu araca
koymak pek vaktimizi almıyor. Sağ ol dedi gassal. Başımla işaret ettim. Bu
kadar yeterdi. Bir an önce kendimi atölyeye atmalıydım. Ölü durağından biri
daha veda etmişti dünyaya.
Peki, kucağına
bebek gibi aldığı sarı renkli kız şapkasını, pembe mont ve atkıyı koklayan
cılız kadın. Annesi mi yoksa! Dur dur şimdi hatırladım. Bu eşyaları. Her sabah
işe giderken ikinci otobüs durağında bekleyen kızın elbiseleri.
Gene kötü oldum. Akşama kadar başım
ağrıyacak.
Yorumlar
Yorum Gönder