AĞLAMAZ ÇOCUK



Bizim mahallede oğlunu seven tüm babalar bisiklet alırdı. Bisikleti olmayan diğer çocuklar gibi ben de mahalleki bisiklete binme sırasında beklerdim. Sıra bazen gelmezdi ama biz sevilmek için hep bahaneler arardık.  
Beklediğim sıranın hiç bitmeyeceğini öğrendiğimde babasının aldığı bisikleti süren çocukların düşmesi için içimden gizlice beddualar ettim. Babaların yaşadıkça kanayan bir yara olduğunu o zamanlar anladım. 
Sonra bisikletinden düşen her çocuk için bir kere daha yargıladım kendimi. Kanayan her dizin, dökülen her gözyaşının suçlusu oldum. 
   Babamın işten gelişini cam önünde beklediğim akşamlar ne uzun akşamlardı. Babam yorgunsa kaşları biraz daha çatık olurdu. En çok korktuğum, iki kaşının arasındaki rengini çözemediğim ince uzun çizgisiydi. Kapıyı açtığımda iki kaşının arasındaki o çizgiyi görünce  içime bir karanlık çökerdi. Hava kararır, bulutlar toplanır; sevmediğim yağmurlar yağacak gibi olurdu. Ceketini omuzundan hızlıca alır, bir köşeye çekilirdim. Yemekten sonra sigarasının dumanında kaybolan yüzünü seyrederdim. İki kaşının ortasındaki o garip çizgi, bu dumanın arasında kaybolurdu bazen, bazen de günlerce kalırdı orada. 
   Babaların iki kaşının arasındaki o çizgisinin  çocukların dünyaya gelişiyle doğduğuna inandım hep. Okuldaki toplantılara gelmezdi babam, defter kitap almazdı. Beni görebilmesi için işlediğim onca suçun azmettiricisiydi babam. Öğretmenimin okuldaki yaramazlıklarımdan, derslerimin kötü olmasından şikayetçi olduğu için okul dönüşü yediğim dayakları ertesi gün unutarak giderdim okula. Çocukların babalarının iki kaşının arasındaki  çizginin seyrinde birer alın yazısı olduğunu öğrendim. Ağlarken başımda bekleyen annem, içimden beddualar ettiğimi duymazdı. Benim beddualarımı da , cam önünde akşam işçilerinin çıkışını saatlerce beklediğimi de, babamın elindeki poşetin içinde çikolata olmasını dilediğimi de, ağır yürüyüşlü onca işçinin içinden babamı tanıyışımı da kimse bilmezdi. İşçilerin yürüyüşündeki ağırlığın yorgunluktan değil ellerindeki ekmek poşetinden olduğunu da bilirdim.  Annemin içimdeki öfkeye su serpen masalları vardı. Günah olduğunu bile bile ettiğim beddualardan daha kuvvetliydiler. Annem masalları anlatırken ben kendi masalımda kaybolurdum. Annemin masallarında üvey anneler, kötü niyetli kardeşler, zalim abiler, kurnaz arkadaşlar vardı ama kötü babalar yoktu. Benim masallarımın kahramanı ise hep Ağlamaz Çocuk olurdu. Ağlamaz Çocuk tüm cadıları yenerdi, tüm devlerle güreşirdi, tüm üvey annelerin oyunlarını bozardı. Ağlamaz Çocuk hiç ağlamazdı. Sabahları uyandığımda Ağlamaz Çocuk olurdu başucumda. Okula giderken, bisiklete binmek için sıra beklerken yanımdaydı hep. 
  Sokakta bisiklet binme sırasında dayak yerken Ağlamaz Çocuk olurdum, öğretmen tahtada elime vurduğunda Ağlamaz Çocuk olurdum. Öğretmenim çaldığım tüm bisikletleri geri getirmemi, yoksa babama haber vereceğini söylediğinde de ağlamadım; ama getirdim, verdim tüm bisikletleri. "Hem zaten ben sevmem bisiklet sürmeyi" dedim.  Yalan söyledim. O gün öğretmenimin iki kaşının arasındaki o çizgiden korktuğumu söylesem gülerlerdi bana.
    Bazen okuldan geldiğimde işten gelmiş oluyordu babam, ceketini ben yokken annem asardı kapının arkasına. Yemekten sonra biraz oturur, sonra inleye inleye yerinden kalkardı.  Kendisine baktığımı görünce gülümser, hiçbir şey söylemeden yatmaya giderdi. Her gece gülümsemezdi ama gülümsediği zamanlarda o kadar acemiydi ki. Nasıl gülümseyeceğini bilmiyor gibiydi. Yüzündeki bazı çizgileri böyle zamanlarda görürdüm, tüm ezberlerim yeniden bozulurdu. İki kaşının arasındaki o karanlık çizgiyi unuturdum. O, sigara dumanının kapattığı göğsünden hırıltılar çıkara çıkara uyurken; ben acemi gülümsemesini hatırlayıp sevinirdim. Babamı en çok bana gülümsediği zamanlarda sevmek için bahaneler arardım. Bisiklet almak bile istemezdim ama  bisikletinden benim yüzümden düşen çocuklar öyle zamanlarda girerlerdi rüyalarıma. Annemin anlattığı masalları tekrar geçirirdim ezberimden. 
   Büyüdükçe yediğim dayakları da unuttum, canım yandığı halde ağlamadığım geceleri de. Öğretmenimin neden tahtaya çıkarıp ellerime hızla vurduğunu da, mahalledeki çocuklardan neden nefret ettiğimi de, hepsini unuttum. Okulu bıraktım, bitiremedim. Evden kaçtım, bir daha da dönmedim.  Aradan kaç yıl geçti bilmiyorum. Babamı sigarada hastaneye yatırıldığını annemden öğrendim. Küçükken ettiğim baba bedduaları bir bir geldi aklıma. Baba bedduası almak büyük günahtır oğlum diyen annemin sözleri kulaklarımda çınladıkça canım yandığı halde ağlamak istemiyordum. Hastaneye gittiğimde yetişemedim, babam sigaradan vefat etmişti. Yüzüne örtülen beyaz örtüyü kaldırdığımda iki kaşının arasındaki o ince çizgiyi göremedim. Yine gülümsemeyi beceremiyor gibi bakıyordu bana. Yüzünde farketmediğim ne çok çizgi vardı. Tüm ezberlerim tekrar bozulmuştu işte, tanımadığım çizgiler, hepsinde biraz ben vardım galiba. Eve geldiğimde ceketi hala kapının arkasında asılıydı, sehpanın üzerinde en son içtiği sigara paketi vardı, yarım kalmıştı. İçinden bir tanesini çıkardım, her zaman oturduğu yere geçtim, aynadan yüzüme baktım. İki kaşımın arasındaki o ince çizgi belirince karşımdaki köşede oturan küçük erkek çoğunu gördüm. Öyle ya, çocuklar babalarının iki kaşının ortasındaki ince çizginin seyrinde birer alın yazısıydı. 

Yorumlar

TEŞEKÜRLER...

Yazılarımızı sosyal mecralarda paylaşarak göstereceğiniz ilgiden dolayı teşekkür ederiz...

KAYNAK GÖSTERİLMEDEN KULLANILAMAZ.

İMZALI YAZILARDAKİ GÖRÜŞLER YAZARLARINA AİTTİR...

YAZARLARDAN OKU...

Daha fazla göster

İletişim

Ad

E-posta *

Mesaj *

BİZİ TAKİP EDİN...

ÇOK OKUNANLAR

KIRILMIŞ BİR HAYAT

ASIM'IN NESLINDEN VATAN GÜNEŞİNE

GÜRÜLTÜLÜ SESSİZLİK

YAŞLI ANADAN BEŞ OĞLUNA MEKTUP

BİR GÜN

ANLAMAKSA ŞİİRİ

HER ŞEYDE "SEN" VARSIN

Herc-ü Merc

EDEBİYAT VE SANATTA YERLİLİK VE MİLLİLİK